Platon’un Mağarasından Çıkmak
Yunan filozof Platon’un “Devlet” kitabı, eğitim-öğretim düşüncesini en çok etkilemiş kitaplardan biri olarak kabul edilir. Platon’un ideal bir devletin ve onun yöneticilerinin özelliklerini tarif ettiği kitabındaki en önemli bölümlerinden biri ünlü mağara benzetmesidir (Allegory of the Cave).
Platon bu bölümde bir mağara tasvir eder ve eğitilmemiş insanları hayatları boyunca bu mağarada yaşayan tutsaklar olarak tarif eder. Bu tutsaklar mağaranın duvarlarına dışarıdan yansıyan gölgelerin gerçeğin kendisi olduğunu zannederek hayatlarını sürdürürler.
Bir gün mağaradaki tutsaklardan biri, bir yolunu bularak mağaradan dışarı çıkmayı başarır ve o güne kadar yansımalarını gördüğü her şeyin gerçek olanlarıyla karşılaşır. Güneşin göz alıcı ışığıyla tanışır ve bunu mağaradakilere anlatmak üzere mağaraya geri döner.
Platon eğitimi, mağaradaki bu tutsakların özgürleşmesi süreci olarak tanımlayarak mağaradaki hayatları boyunca gördükleri gölgelerin gerçek olmadığını, başka bir şeyin yansıması olduğunu öğretme süreci olarak tarif eder. Mağaradan çıkan ilk tutsak (filozof/öğretmen) mağaradakileri dışarı çıkmaya ve gerçeğin, güzelliğin ve erdemin kaynağı olan güneşe bakmaya ikna eder.
Sonuçta öğretmen ve öğrencileri, mağaradan bu öğrenme yolculuğuna birlikte çıkarlar.
Tarih boyunca edebiyat, felsefe, din ve diğer birçok alanı etkileyen mağara benzetmesi eğitimimizin bugün içinde olduğu durumu anlatmak için de kullanılabilecek bir metafor.
Eğitim sistemlerimiz (sistemden bir bütün olarak okullar, politika yapıcılar, veliler ve toplumu kastediyorum) büyük oranda Platon’un mağarasına benziyor. Eğitim sistemlerimizi bir türlü bugünün ve geleceğin dünyası ile anlamlı bir ilişki kuracak şekilde tasarlayamıyoruz. 21. yüzyılın gerçekleriyle bağı kopmuş teori ve uygulamaları sürdürmeye devam ediyoruz, bunları değiştirmeye cesaret edemiyoruz ve bunların mağaradaki yansımalardan bir farkı yok artık.
Eğitime harcadığımız muazzam enerji, zaman ve maliyet, karşılığında bize hayatın gerçeklerini tam anlamıyla kavrayacağımız ve onları yöneteceğimiz bir bilgelik ve öğrenme yolculuğu sunmuyor.
Hepimiz bundan çok mutsuzuz ve bunu aşmak için eğitimle ilgili tartışma hem küresel ölçekte hem de ulusal ölçekte canlı bir şekilde devam ediyor. Özellikle beyin araştırmaları öğrenme konusundaki bilgilerimizde çığır açtı. Buna rağmen büyük bir paradigma değişikliğinden bahsetmek için henüz erken. Kitle eğitimi büyük oranda 19. ve 20. yüzyılın kalıplarıyla verilmeye devam ediyor.
Öte yandan bu canlı tartışmanın ve eğitim araştırmalarının eğitime getirdiği çok önemli bakış açıları oldu. Teknolojide, iletişimde, kültür ve sanatta, bilimde, siyasette ve daha birçok alandaki hızlı değişim ve yenilik eğitimi de önemli oranda etkiledi.
Eğitimdeki bu “yeni” bakış açılarının önemli bir kısmında da hemfikir görünüyoruz. Örneğin;
- Eğitimin çocuğun ilgi, istek ve ihtiyaçları önceliğe alınarak tasarlanması gerektiği,
- Öğrenmenin katılımcı ve aktif bir süreçte olgunluğa eriştiği,
- Öğrenme ve öğretmede yöntem ve deneyim çeşitliliğini sağlamanın önemli olduğu,
- Çeşitli gelişim alanları arasında denge kurmak ve çok yönlü gelişimi desteklemek gerektiği,
- Eğitimde niteliği ve çok yönlü gelişimi disiplin içi ve disiplinler arası ilişki yoluyla geliştirmek gerektiği,
- Teknolojiyi, “araç, çözüm ve öğrenme ortamı” rollerini aktive edecek şekilde eğitime entegre etmek gerektiği,
- Öğrenmeyi ve gelişimi, test ve sınavlarla yapılan ölçmeden daha kapsamlı yöntemlerle değerlendirmek gerektiği,
- Okul içinde işbirliği ve iletişimi geliştirmek gerektiği,
- Dinlenme-boş zaman-oyun süresi ve eğitim-öğretim süresi arasında denge kurmak gerektiği,
- Okul mekânlarını öğrenme faaliyetleriyle daha güçlü ilişkilendirmek gerektiği,
- Eğitim süresini daha verimli kullanmak gerektiği,
gibi temel konularda çoğumuzun bir itirazı olmadığını söylemek aşırı bir yorum olmaz sanırım.
Yukarıda saydığım bakış açılarının ortak ihtiyaçlar olduğunda hemfikirsek, bunları hayata nasıl geçireceğimiz ve okul ve dersliklerimize nasıl taşıyacağımız sorusu karşımıza çıkacak ilk soru olacaktır.
Bir eğitim-öğretim kurumunun eğitimsel amaçlarına ulaşabilmesi, eğitimdeki yenilikleri entegre etmesi için en önemli aracı uyguladığı öğretim programıdır. Matematik, bilim, teknoloji, sanat, spor ve dil gibi alanlar altında organize edilmiş ders programları ve bunların yanında yapılan aktivite ve projeler bir bütün olarak öğretim programını oluşturur.
Program okulun ruhudur derler. Okullarımızda hayal ettiğimiz ne varsa bunlar programlarımız aracılığıyla hayat bulur. Öğretmen yaratıcılığı ve özerkliğini zedelemeden, okullarımızda bir program geliştirme yaklaşımına ve eğitimsel vizyonumuzu gerçekleştirecek şekilde geliştirilmiş bir öğretim programına ihtiyacımız var.
Bu konuda anahtar kelimemiz işbirliği. Her okulun kendi eğitim kadrosu ile birlikte bir deneyim ve birikim oluşturması ve sürekli hale getirmesi kritik önemde. Açık inovasyon çağında yaşıyoruz. Okul gibi çok paydaşlı kurumların sundukları ürün ve hizmetleri bunları doğrudan kullanacak ve etkilenecek paydaşları ile birlikte geliştirmesi, o ürünlerin “ürün yaşam döngü”sünün çok daha uzun olması anlamına geliyor. Öğretim programımızı, program geliştirme sürecinin temel aşamalarını (araştırma-geliştirme-uygulama-değerlendirme-revizyon) ve öğrenmenin temel boyutlarını (mekan, süre, materyal, teknoloji, katılım) boyutların dikkate alan bir öğrenme tasarımı metodolojisi ile geliştirmeli ve okulumuzdaki tüm paydaşların hizmetine sunmalıyız. Ancak bu şekilde bir öğrenme topluluğu olabiliriz.
Milli Eğitim Bakanlığı 2005 yılında yaptığı eğitim reformu ile bu konuda okullara ve öğretmenlere önemli bir esneklik alanı açtı. Son müfredat değişikliği ile de derslerin kazanımlarını ciddi bir şekilde sadeleştirdi. Bununla verilen temel mesaj bana göre şu: MEB olarak ben programların çerçevesini veriyorum. Bu programların hedef ve kazanımlarını baz alarak içini yaratıcı bir şekilde doldurmak eğitimcilere kalıyor. Bu, eğitimciler ve okullar için çok ciddi bir fırsat.
Herkesin öğrendiği, herkesin tam öğrendiği, gerçek hayatla bağı güçlü, akademik performansı tek boyut üzerinden tanımlamayan, alanlar arasında hiyerarşi kurmayan ve dengeli, katılımı öne çıkaran, işbirliği ile geliştirilmiş, disiplinler arası ilişkileri güçlü, okulun eğitimsel vizyonu ile bağı güçlü bir şekilde kurulmuş bir öğretim programı oluşturmak ve uygulamak okulların önündeki en önemli sorudur ve bir okulun gerçek farkını ortaya koyacak olan budur.
Bu nedenle, 21.yüzyılın okullarında “program liderliği” en önemli becerilerden biri olacak. Yönetici ve öğretmenlerden, uyguladıkları programları geliştiren ve ihtiyaçlara göre sürekli yenileyen eğitim uzmanları yaratmalıyız, bu konuda öğretmenlerin “güçlendirileceği” yöntem ve stratejileri ise ayrıca tartışmamız ve öğretmen eğitimi yaklaşımımızı da gözden geçirmemiz lazım.
*Bu yazı 10 Ağustos 2017 tarihinde Eğitimpedia’da yayımlanmıştır. https://www.egitimpedia.com/platonun-magarasindan-cikmak/