Uzaktan Eğitimde Ekrana Mahkûm Değiliz.
Covid salgını hız kesmeden devam ediyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün bu hafta yaptığı açıklamayı en iyimser tahmin olarak alırsak salgının sona ermesi en erken iki seneyi bulacak.
Okulların salgın sürerken açılıp açılmayacağı, açılacaksa hangi koşullarda açılacağı Eylül ayına yaklaştıkça en sıcak konulardan biri olmaya devam ediyor. Okulları açan bazı Uzakdoğu ülkelerinden gelen ve çocukları nerdeyse kafesler içinde gösteren resimler ise bir eğitim distopyası gibi.
Okulların açılmadığı senaryoda uygulanan ilk seçenek doğal olarak uzaktan eğitim. Uzaktan eğitim denince de akla hemen senkron ve asenkron olmak üzere dijital araç ve ortamların yoğun kullanıldığı (sanal sınıflar, video ile öğretim, dijital ders materyalleri, vb) öğretim süreçleri geliyor.
Uzaktan eğitim bu tür olağanüstü dönemlerde (gelişen iletişim ve eğitim teknolojilerinin de sayesinde) hayat kurtarıcı bir rol oynuyor. Ancak uzaktan eğitimin sadece dijital araçlara ve sanal ortamlara terk edilmesi aynı zamanda birçok risk de taşıyor. Bu risklerden önemli gördüğüm üçünü açmak istiyorum:
Bunlardan birincisi sadece teknolojiye dayalı bir uzaktan eğitimin çocuklarda ve eğitimcilerde yarattığı dijital yorgunluk ve bıkkınlık. Salgın olmadan önce çocuklar için ideal ekran zamanını günlük maksimum bir saatle sınırlamayı tartışıyorduk. Şimdi birçok okul, programına günde 5–6 saatlik canlı dersler koymayı hedefliyor. Zoom gibi araçlar üzerinden çocuklara öğretim süreci planlamak, bunun gerektirdiği teknik altyapıyı hazırlamak ve yönetmek, hem öğretmen hem de öğrenicinin motivasyonunu yüksek tutmak vb. süreçler oldukça yorucu ve zaman zaman tüketici.
İkincisi dijital ayrım nedeniyle dijital eğitime erişim zorluğu yaşayan hatırı sayılır bir çocuk nüfusunun varlığı. Kırsal bölgeler, dezavantajlı yoksul aileler, mevsimlik tarım işçisi çocukları ve mültecilerin uzaktan eğitime erişimleri hem niceliksel hem de niteliksel olarak oldukça sorunlu.
Üçüncüsü de dijital eğitimin tek taraflı, öğrenciyi edilgen hale getirme riski taşıyan doğası. Salgından önce de aktif öğrenmeye dayalı bir öğrenme kültürümüz olduğu söylenemez. Hal böyleyken dijital eğitimde de çocukların çok aktif olmasını beklemek gerçekçi değil. Uzaktan eğitim denince çoğumuzun zihninde canlanan şeyin, bir ekranın karşısına tek başına veya grup olarak geçip canlı veya banttan bir görüntü izleyen çocuklar olduğunu söylemek abartı olmaz herhalde.
Ben esasında bu üç riskin geniş bir öğrenci nüfusunun, özellikle de dezavantajlı toplumsal kesimlerden gelen çocukların, eğitimden kopması ve eğitime yabancılaşması sonucuna götürebileceği tehlikesine işaret etmek istiyorum.
Yabancılaşma Fromm tarafından bireyin kendisini hayatının merkezinde konumlandıramaması, davranışlarının yaratıcısı olarak görmemesi, aksine davranışları ve sonuçlarının onu yönetmesi ve hayatın akşında pasif bir nesne haline gelmesi olarak tanımlanıyor.
Kavramı eğitim bağlamında düşündüğümüzde ise; öğrencilerin kendini öğrenme sürecinin bir öznesi olarak güçsüz hissetmesi ve inisiyatifini yitirmesi, eğitim sürecinin kendisi için anlamsız ve işlevsiz hale gelmesi, normsuzluk ve toplumsal uzaklık gibi nedenlerle eğitimden soğuması ve sonuçta okuldan kopuşa ve terke kadar götüren bir süreç olarak tanımlanabilir.
Sınıfın büyüklüğü, estetiği, yerleşim düzeni, ergonomiden uzak oluşu, vb. fiziksel özellikleri,
Öğrenme- öğretme etkinliklerinin çocuğun aktif katılımını sağlamaması,
Duyuşsal etkinlikler ile bilişsel etkinlikler dengesinin kurulamaması,
Öğretmenin öğrenci ile kurduğu iletişimin olumsuz veya tek taraflı olması,
Ailede çocuğun gelişimine olumsuz etki edecek şiddet vb. öğelerin yaşanması ve
Kitle iletişim araçlarının (televizyon, bilgisayar, mobil cihazlar) yanlış veya fazla kullanımı gibi nedenler çocukların eğitim süreçlerinden soğumasına ve sonuçta yabancılaşmasına neden olan etkenler olarak gösteriliyor. (Yabancılaşma kavramının analizi ve eğitim ortamlarındaki yansıması için Müjdat Avcı’nın bu makalesine bakılabilir)
Paulo Freire ve sonrası eleştirel pedagoglar da bu kavramın modern okul eğitimindeki yansımalarını derinlemesine incelemişlerdir. Eleştirel pedagojinin yabancılaşma tanımı yukarıdakine benzese de eğitimde veya okulda yabancılaşmanın nedenlerini açıklamada daha çok baskıcı toplumsal ve ekonomik yapılara atıf yapılır. Her hâlükârda yabancılaşma ve okuldan kopuş çocukların okulda öğrenmesi önündeki en önemli engellerden biridir ve bu dönemde dikkat edilmesi gereken önemli risklerden biridir.
Uzaktan eğitimi tek taraflı, sadece dijital araçlar üzerinden verilen, çocukların katılımını dikkate almayan, çocuk diline hitap etmeyen ve öğrenme zamanını iyi bir şekilde planlamayan bir süreç olarak görürsek bu sürecin çocuklar açısından gittikçe anlamsızlaşan ve çocukları eğitimden kopuşa yöneltecek bir nokta ile sonuçlanacağını görmek gerekiyor.
Bu riske karşı eleştirel pedagojinin en önemli temsilcilerinden Henry Giroux’nun deyimiyle “pedagojiyi sınıfın dışına taşımak”, kültürün pedagojik öneminin farkına varmak, başkalarıyla nasıl ilişkileneceğimize bir pedagojik fırsat olarak bakmak, kendimizi ve çocukları teknolojiyi kullanarak “kültür üreten” özneler gibi görmek, hayatı bir pedagoji alanı olarak tasarlamak, eğitimcileri uzaktan öğretimin sadece tek bir boyutuna hapsetmeyecek ve bu dönemden zengin öğrenme fırsatları çıkarmaya imkan tanıyacaktır.
Hayatımızın salgınla sınırlandığı, hareket kabiliyetimizin sınırlı olduğu, fiziksel mesafeye azami dikkat gerektiği ve birbirimizle sosyal etkileşim kurmanın zorlaştığı bir dönemden geçildiğinin hepimiz farkındayız. Ancak bu sınırlılıklarla birlikte; sanatı, popüler kültürü, yakın doğal ve kültürel çevremizi, yeni teknolojileri, interneti, kitapları ve yaratıcı okuma materyallerini ve daha birçok şeyi, çocukların merakı ve ilgileri üzerine kurgulanmış bir programlama ve uygulama ile ve öğretmenlerimizin/ebeveynlerin yaratıcı sentezleriyle zengin öğrenme yaşantılarına dönüştürebilir ve bu dönemden kazançlı çıkabiliriz. Bunun için eğitimciler ve ailelerin işbirliği her zamanki gibi kritik önemde.
Unutmayalım; öğrenciler bireysel öğrenme süreçlerinde inisiyatif sahibi olmadıklarında ve öğrenme bireysel ilgi ve yaşantılarıyla ilişkili olmadığında kendilerini değersiz hisseder ve öğrenmeye karşı direnç gösterirler. Çocukların yaşadıkları sosyo-ekonomik koşulları değiştiremesek bile zihinlerini eğitimin özgürleştirici potansiyeline açık hale getirebilir ve eğitime yabancılaşmalarının önüne geçebiliriz.